Burası eski İstanbul’un kanlı canlı hali, yaşayan bir tarihi mahalle. Bize anlatacak pek çok hikayesi var. Bugün Ayvansaray’ın gizemlerini keşfe çıkacağız.
Semtin ismi nereden geliyor? Bizans dönemi sarayına da ismini vermiş Blaherna bölgesinin günümüzde Ayvansaray olarak anılması ile ilgili olarak çeşitli söylentiler var. Bir rivayete göre, Osmanlı döneminde terk edilmiş olan Blaherna Sarayı kalıntıları, şehre getirilen fil ve deve gibi hayvanlar için barınak olarak kullanılır. Bu nedenle de buradaki saraya “hayvan sarayı” denilmeye başlanır. Bu deyiş zamanla Ayvansaray’a evrilir. Diğer bir rivayette ise yamaç üzerine inşa edilmiş ve diğer saraylardan farklı olarak surlar ile iç içe bir mimariye sahip sarayın kemerli (eyvanlı) bir yapısı vardır. Bu nedenle, sarayın ismi Osmanlı zamanında “eyvanlı saray” olarak anılmaya başlar ve zaman içinde Ayvansaray’a dönüşür.Üçüncü bir görüşe göre ise, sur içinden Eyüp semtine açılan sur kapısına “Ayyub Ansari Kapısı” denir ve çevresi de zamanla “Ayvansaray” olarak anılmaya başlar. Bizans döneminde Blaherna olarak biliniyor bu semt. Ayrı bir kasabaymış. Etrafı yemyeşilmiş. İsmin kaynağı bölgede çok yetişen ve sürekli toplanan blehron denen yabani naneden geldiği söylenir. Veya yine bölgede çok bulunan palamut balığından (lahernai) geldiği söyleniyor. Eskiden Haliç’te balık o kadar bolmuş ki suyun yüzeyi parlarmış.
Eğri Kapı’ya doğru ilerliyoruz. Bizans’ın kara sularının Galata tarafındaki bu kapısında aslında görüntüde bir eğrilik yok. Kapının adı Bizans döneminde ‘Porta Kaligaria’ ‘ymış ve bu isim hemen yakınımızda bulunan bir askeri ayakkabı (kaliga) imalathanesi olmasından dolayı bu isimle anılmış. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde, İstanbul’un fethinden sonra Anadolu’dan gelen Eğirdirlilerin bu semte yerleşmesinden dolayı semtin ‘Eğri’ adını aldığını belirtiyor.
Vakanüvis Raşid’in yazdığı hikâyeye göre, Kaşıkçı Elması 1699’da Eğrikapı yakınlarında bir çöplükte bulunmuş. Taşı bulan kişi değerini anlayamamış ve üç kaşık karşılığında eskiciye satmış. Taşı satın alan kişi bir sarrafa, o sarraf başka sarrafa satmış nihayet taşın bir elmas olduğu anlaşılmış. Fakat alım satım sırasında sarraflar arasında anlaşmazlık çıkmış ve sorun Kuyumcubaşı’na yansımış. Kuyumcubaşı sorunu, elması satın olarak çözmüş. Elması sonunda Padişah IV. Mehmed’in eline geçmiş ve tıraşlandıktan sonra ortaya 86 kıratlık Kaşıkçı Elması çıkmış. Bir başka rivayete göre elmas 1774 yılında Hindistan’ın Madras Mihracesi bir Fransız’a satılmış: Fransız da Napolyon’un annesine satmış. Napolyon’un annesi elması satışa çıkardığında Tepedelenli Ali Paşa satın almış. Paşa idam edildiğinde elmasa el konulmuş ve Osmanlı hazinesine geçmiş. Başka bir rivayete göre de elmas Napolyon’un annesinden Osmanlı’ya hediye olarak gelmiş. Yani elmasın nasıl geldiği bilinmiyor fakat Eğrikapı bu rivayetler arasında.
Tekfur Sarayı’na geliyoruz. Bugün pandemiden dolayı içini gezemiyoruz. Geçici olarak kapalıymış. Burası Bizans imparatorlarının 12. yüzyıldan itibaren kullandıkları imparatorluk sarayı Blahernai’nin bir parçası olarak inşa edilip, uzun bir süre varlığını sürdürdü. Aslında sarayın, kim tarafından ve ne zaman yaptırıldığı kesin olarak bilinmiyor. Yapı, önceleri Konstantin Sarayı (Palatium Constantini) olarak anılırken daha sonra Porfirogenetos Sarayı olarak adlandırılıyor. Porfirogenetos, prenslere verilen bir tür unvan. Babalarının imparatorluk zamanında doğan çocuklara veriliyor. Mora doğan, erguvanlar içinde anlamları olan porfir kelimesinden geliyor. İmparator çocuklar sarayın porfir renkli odasında doğarlarmış. Bir deniz canlısından elde edilen bu renk çok az bulunuyormuş bu da porfir taşını kıymetli yapıyor. Purple (mor) kelimesinin kökeni de buradan gelir. Aynı kırmızımsı renkte bazaltik doğal bir taş daha vardır. Bu taş lahitlerde ve imparatorların heykellerinde kullanılmış. Anemas zindanları ile beraber bu saray kompleksinin ayakta kalan son binası, Tekfur Sarayı. Surlarla çevrilen bu saray bölgesi kraliyet saray ve binaları, yüksek görevlilerden bazılarının evleri, kiliseler, geniş bahçeler ve havuzlardan oluşuyordu.
1204 Haçlı istilasında, Tekfur Sarayı ve çevresindeki diğer imparatorluk yapılarının neredeyse tamamı yağmalanıp yıkıldı. Fakat Latin dönemi sonrası Bizans imparatorları hem güvenlik hem de Büyük Saray’ın daha kötü olması sebebiyle bu saraya yerleştiler. Saray yenilendi ve Büyük Saray tamamen terk edildi. Osmanlı döneminde sarayın bazı kısımlarının özellikle fil ahırı ve hayvanat bahçesi olarak kullanıldığı biliniyor. Daha sonra cam ve çini atölyesine dönüştürülen saray, ürettiği çinileriyle şöhret kazanarak “Tekfur Sarayı Çinileri” ile ünlendi. Bugün pek çok tarihi binada burada üretilen çinileri görebilir.
Bir dönem Yahudhane olarak da kullanılmış, yani yoksul Yahudileri ağırlamış, apartman gibi kullanılmış. Hatta 1863’te Robert Koleji açılmadan önce Cyrus Hamlin’in burayı görüp acaba satın alıp koleji buraya mı açsam diye düşündüğü söyleniyor. Ama sonra bugünkü Hisarüstü’nde karar kılınıyor. Sonra büyük bir yangın çıkıyor, sarayın kalıntıları uzun bir süre harabe kalıyor. 20. yüzyılın başlarında dört duvardan ibaret olan saray, geçirdiği tamiratlarla ayakta kalmayı başarıyor. Yakın zamanda geniş çaplı bir restorasyondan sonra müze olarak ziyarete açılıyor.
Buradan Kazasker İvaz Efendi Camii’ne yürüyoruz. Halk arasında Eğrikapı Camii olarak da bilinen bu yapı, Blakhernai Sarayı’nın kalıntılarının hemen üzerine, bir teras üzerine inşa edilmiştir. Hemen altımızdan itibaren Anemas zindanları başlıyor, sağımızda gördüğümüz kule de Anemas Kulesi. Eskiden cami avlusunda bir sıbyan mektebi ve bir medrese varmış, fakat günümüzde herhangi bir kalıntı ulaşmamış. Buraya geldiğinizde 16. Yy en güzel İznik çinileriyle kaplanmış mihrabın iki kenarındaki ince sütunçelerdeki kum saati şeklindeki çinileri mutlaka görün.